Gözlerimi hiç kapatmak zorunda kalmadan yaşadığım dünyayı izleyebilmek istiyorum. Yüce Yaratan uçsuz bucaksız ve içerisinde türlü türlü nimetler barındıran kainatı insanoğlunun iradesine teslim etti. Huzur ve dinginlik hakimdi. Ta ki insan iradesini kendi eliyle çürütüp, hırslarının kulağına fısıldadıklarıyla sermaye saltanatı hayalleri kurarken; farketmeden kendini kaosa teslim edip, acziyetini kibriyle örtebildiğine kendini inandırıp, içinde bir canavar büyütene kadar.
Kainat muazzam dengesiyle bize yılmadan öğütler vermekte. Her bir yaratılmış bahanelere sığınmadan kendi görevini ifa eder. Bunu yaparken de güneşe, rüzgara , yandaki ağacın yapraklarına kusur bulmaz. Elinden geldiği kadarıyla sorumluluğunu yerine getirir. Nizam, düzen, süreklilik esastır. Her varlık; verilen, takdir edilen görevi yorumsuz, itirazsız, istisnasız hakkıyla yapar. Bizler hariç. Bizim daima arkasına sığındığımız sebeplerimiz vardır. Ya da usulüne uydurmalarımız (!). Hakkıyla yapılmayan işlerimiz yanında bundan mütevellit az ötede canı yanan bir müslüman kardeşimiz vardır mesela.
Gerektiğinde gerektiği şekilde verilmeyen tepkiler zulmü ve zulümle idare edenleri besleyip büyütür. Bir işi hakkıyla yapmamak kadar, haksızlık karşısında susmak, buna göz yummak ve aslında sonuç için olduğuna inanarak kendini kandırmak da zulmün bir diğer yüzü. Ve ne yazık ki günümüz gençliği bu zulmü benimseyen nesiller olarak yetişmekte. Bunu en çok da muhafazakar kesim denilen, ılıman iklimlerde varlığını sürdüren müslüman aileler desteklemekte. Bu anlamlandıramadığı tezatlığın içinde büyüyen yeni nesil; cevabını bulamadığı sorularla boğuşuyor. Sorgulamak istese de; güzel, cicili bicili ama tatmin etmeyen cevaplarla susturuluyor. Görünürde temel var ama altı boş, ilk darbede çökmeye hazır adeta.
İşin özü; kaidelerle yaşamanın sıkıntı ve ızdıraplarından bunalan gençlik, bu kaideleri yaşayanların, artık samimi bir ideal peşinde olmadıklarını, bu yaşayışın onlarda ruh kuvvetini artırmadığını görünce kendisine ağır yük olan bütün kaideleri fırlatıp atabilir. İlahi kaideleri yaşayanların yakın geçmişteki samimiyetsizlikleri, bu yeni nesilde onlara karşı kin ile küçümseyiş duygularının doğmasına sebep olabilir.*
Ruhuna işlemeyen, mış gibi yaşanan ve fiiliyatla desteklenmeyen hiçbir öğretiyi özüne kabul edemediği gibi bu öğretilere tepki de duymaya başlayabilir.
Bir çoğumuz dünyanın giderek yaşanamaz bir hal aldığını, çocuklarımızı gönül rahatlığıyla sosyal hayata salamadığımızı ve etrafımızdakilere güvenememenin çok can yakıcı olduğunu dile getiriyoruz sık sık. Ellerimizle, haksızlık karşısında susan dillerimizle, adamsendeci tavırlarımızla hazırladığımız bu dünya; gerçek bir azap olmaya devam edecek. İnsanların adalete inancını yitirdiği ortamlarda motivasyon, şevk, fedakarlık zamanla zayıflayıp beraberinde birçok problemi getirir. Sevmeden, hissetmeden, inanmadan yapılan göstermelik işler doldurur etrafı. Ve tabii ki; hitap edemez ruhlara, giremez gönüllere. Sonra ne mi olur? Yaşamında adaleti hissedemeyip küstürülen kimselerin vebali de adaletsizliği başlatanların kefesini doldururken, hepimizin payına düşen dünya ve ahiret azabı da cabası olur. Ahiret azabı konusuna girmeyeceğim; kul ile Allah arasında. Ama bu dünyadaki azaplarımız?? Bir anne olarak haber bültenlerini takip edemiyorum. Bizleri hergün biraz daha hayrete düşüren felaketleri dinlemek azap değil midir?! Bu dünyada yetişmekte olan milyonlarca çocuğa bu ortamı sunmak ne büyük bir azap!!!
Adalette oluşan en ufak bir gedik bile; oradan aldığı su ile yanındaki sair güzellikleri çürütebilir. Ondandır ki; yaşanabilir bir dünyanın yegane temeli gücünü ve kararlarını imandan alan bir adalettir. Karşımızdaki en azılı düşmanımız dahi olsa, adaletten şaşmamalıyız duygusunu kanıksayabilse ruhlar; bir çok iyilikte peşi sıra gelir.
Tabiat boşluk kabul etmez. Güzellikle dolduramadığımız zihinleri emperyalizm, siyonizm iştah kabartarak, avını bekleyen timsah misali izliyor. Ve bizler ılıman iklim dindarlığımız ve tabii ki modern yeni çehremizle ne kadar da gelişip, kültürlendiğimizden dem vuruyoruz. Evlerimizn altı bir bir oyuluyorken; bize sunulan sahte dünyalarda mutlu mesut, sorgulamadan yaşamaya devam ediyoruz. Sorgularsak rahatımızdan vazgeçeceğimiz gerçeğini kendimize bile fısıldamaktan korkarak... Daha ruhumuza adil ve şeffaf olmayı beceremezken adalet talep ediyoruz.
Haksızken haksızlığını kabul edebilmeli müslüman. Adalet en çok bu noktada lazım bize. Yoksa payımıza düşen insanoğlunun her türlü çirkinlikleriyle kirlettiği dünyada yaşamak olacaktır. Üzerinde yaşadığımız ve kötülüğü yaydığımız dünya da sessiz kalmıyor ve tepkisini gösteriyor. Hırsımızın esiri oldukça tabiatın dengesiyle oynuyoruz. Kanaatkar değiliz, çünkü hep bir fazlasını istiyoruz. Değişime, olumluyla olumsuzun yer değiştirmesine insan gibi yatkın ve hazır olmayan tabiat; sessizce, inceden sitem ediyor. Mevsimler yer değiştiriyor, yağmur, kar yeryüzüne inmiyor. Buna üzülen toprak giderek kısırlaşıyor. Yani eninde sonunda zavallı insan; ne ederse kendine edip ektiğini biçiyor.
“Üretmeden hep tüket, hep tüket” . Bu algı kodlanıyor yıllardır hücrelerimize. Çocuklarını; televizyon, internet gibi bakıcı(!)lara emanet ettiğinden beri anneler, ince ince yerleşiyor zihinlere emperyalizm.
Bizler silkinip kendimize gelmedikçe, içine kendimizi hapsettiğimiz dünyalardan çıkıp ümmetin dünyasına dahil olup bir tuğla da biz koymadıkça, özenip taklit etmeye çabaladığımız Batı’ da kimmiş demedikçe, grup grup müslümanlar olarak bir diğerine dudak bükmeyi bırakmadıkça, bu dünyadaki azap etrafımızı ve bizi kavurmaya devam edecek.
Annelerin yürekleri evden koparılıp çok daha önem vermesi gerektiği aşılanan meşgalelerle oyalanırken, babalar yeteri kadar değil de hep daha fazla kazanmanın derdine düşmüşken, öğretmenlerin zihinleri kalıplara oturtulmuşken; dünyanın gittikçe güzelleşmesini beklemek manasız oluyor.
Artık sızlanmayı bırakıp, bu gidişata dur demeliyiz. İnsanın kendi eliyle kirlettiği dünya yine insanın parmak iziyle düzelir. Ama bu düzelişte ilk dokunuş annenin olmalıdır. Ve ilk adım olarak anneler ait olduklarını cephelere, yani evlatlarının dünyalarına ivedilikle dönmelidirler. Kadını gücü; kendi ayakları üzerinde eşine minnet etmeden durabilmesi ile değil, ülkesinin maddi ve manevi geleceğini garanti altına alan vicdanlı evlatlar yetiştirmesi ile ölçülmelidir. Erkeğin gücü de; çocuklarının annesi olan hanımına emanet gözüyle bakıp, peygamber ahlakıyla kendini kuşatarak muamele etmesiyle ölçülmelidir. Babalığın ya da reisliğin sadece ailesinin rızkını karşılamaktan ibaret olmadığını farkeden güçlü babalara ihtiyacı var dünyamızın. Eşini mesut ve memnun eden erkek; çocuklarının saadetini ve ruhsal sağlıklarını da garanti eder. Yolculuk yaptığı gemide yalnız olmadığını, dümenin emin ellerde olduğunu hisseden anne; karşılaştığı güçlüklerle başedebilme gücünü kendinde bulur ve her bunaldığında takviye kuvvetin yanıbaşında olduğunun güvenini hisseder. Allah görevlerin en kutsalını annelere verirken , ona inşa edeceği güzellikler ülkelerinin anahtarını da vermiştir. Şu an annelerimizin bir çoğu anahtarlarını nereye koyduğunu unuttu. Pas tutmuş hafızalar ovalanmalı ve anahtarlar kapıları ardına kadar açmalı. İşte o zaman kadın gücünün hakkını verir.
Bu dünya yaşamamız için bize emanet, diğer dünya da yatırımlarımızın sonuçları için sunulmuş bir nimettir. Müslümanlar hiç ölmeyecek gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çabalamalı. İkisi birbirine bağlı dişliler. Biri aksarsa diğeri de aynı kaderi yaşar. Müslüman demek; bütün ümmetten sorumlu kişi demek. O zaman ümmetimiz için, dareyn saadeti için, dolayısıyla kendimiz için; gevşemeyelim, üzülmeyelim, eğer inanıyorsak üstün gelecek olan bizleriz. Yeter ki inanalım. Fert fert, ev ev, sokak sokak diriliriz. Annelerin geniş ve güvenli kucaklarında yaşanabilir dünyamızı inşa ve tamir ederiz. Ebedi mutluluklar diyarına şahane yol haritaları çıkarırız. Her birimiz baharı müjdeleyen çiçekler oluveririz. Dünyamızı rengarenk baharla dolduruken, ebedi yurdumuz ahirete hazırlıklı yol alırız.
ANNE TUT DÜNYAMIN ELLERİNDEN
Paylaş